Beni ilgilendirmiyor diye diye...
SÜHEYL BATUM
Almanya’da bir baskı ve korku döneminin nasıl yavaş yavaş oluşturulduğunu, olağanüstü biçimde anlatan ünlü bir ifade vardır: “ilk önce komünistleri götürdüler, karşı koymadım, çünkü komünist değildim. Sonra Yahudileri götürdüler. Karşı koymadım çünkü Yahudi değildim. Ve bir gün beni almaya geldiler. Kimse karşı koymadı. Çünkü karşı koyacak hiç kimse kalmamıştı.” Bu ifade, halkın oyları ile kurulan, “halk seçimini yaptı, işte demokrasi, artık ağzınızı açmayın” denilen bir rejimin nasıl olup da bir baskı rejimine dönüşebildiğini olağanüstü bir biçimde anlatıyor.
“Ben milli iradeyim” ya da “demokrasi, halkın oy verip iktidarı seçmesidir” anlayışının yanlış olduğunu, demokrasinin bununla sınırlı olmadığını, seçim kadar önem taşıyan başka unsurların da bulunduğunu, bunlar olmazsa demokrasinin olmayacağını çok açık olarak anlatıyor. Almanya’da halkın büyük bir bölümünün, daha da önemlisi bazı aydınların yaptığı hatayı anlatıyor. “Nasıl olsa bana yapılmadı” veya “demokraside olur böyle şeyler” diyenlerin ya da tüm gelişmeleri birbirinden tamamen bağımsız olarak değerlendirip, bir türlü gerçek tabloyu görmeyenlerin veya görmek istemeyenlerin hatalarını anlatıyor. Ve böyle davrananların bir gün, “keşke iktidara yakın olmak ve çıkar sağlamak için, bu yapılanları demokrasiye uygunmuş
gibi göstermeye çalışmasaydım” diyebileceğini anlatıyor.
***
Türkiye’de de bazı gelişmelere, bazı olaylara, ayrı ayrı değil de bir arada bakmamız ve tabloyu tüm açıklığı ile ortaya çıkarmamız gerekiyor.
1) Son dönemdeki bazı gözaltı eylemlerini düşünün. Yeri yurdu belli gazetecilerin, rektörlerin, sabahın 5’inde gözaltına alınmalarını. Hem de 2002’de “keyfi gözaltı olmasın” diye Anayasa’yı da yasaları da değiştirmişken ve bu işlemler yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’na kesinlikle aykırı iken ve AİHM’nin birçok kararı böyle gözaltı işlemlerini mahkûm etmişken, Türk Tabipler Birliği Başkanı’nın da sabahın 5’inde, yine aynı hukuk dışılıkla otelde gözaltına alınmasını düşünün.
2) 1 Mayıs günü olanları bir düşünün. Üstelik 2001’de Anayasa’nın 34. maddesi “gösteri yürüyüşü ve güzergâhı keyfi biçimde belirlenemesin” diye değiştirilmişken ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu da polisin “bu tür bir güç gösterisine” kesinlikle olanak tanımaz iken.
3) Anayasasında “demokratik bir hukuk devleti” diye yazan ülkemizde, özellikle görsel medyanın neredeyse yüzde doksanının (doğrudan doğruya ya da korku ve baskı yoluyla) iktidara bağlı duruma getirilmesini düşünün. Can Ataklı’nın çarşamba günkü yazısında listesini verdiği medya kuruluşlarını bir yan yana getirin. Sabah ve ATV’nin satışını, ihalesini, kredi alış biçimini, kimin
aldığını düşünün. Pantolon, araba, buzdolabı değil, demokrasi ile “halkın haber alma ve doğru bilgilenme hakkı” ile doğrudan bağlantılı bir kuruluşun, “Başbakan’ın damadının şirketine” nasıl satıldığını düşünün. Ve neredeyse 1 milyar dolar paranın nasıl bulunduğunu düşünün. Halkın haber alma ve bilgilenme hakkının bu yöntemlerle nasıl ortadan kaldırıldığını bir düşünün. Sonra “parçaları” bir araya getirin bakalım. Ne çıkıyor ortaya? Sonra konuşalım.
KANALTÜRK’ün satışı, beni de herkes kadar üzdü. Ama ben yine kendimize karşı çok acımasız olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü 1) Borçlar varken, çalışanlar maaş alamazken, acaba başka bir maddi destek olanağı vardı da Kanaltürk’ün yetkilileri mi reddetti?
2) “Reklam veren şirketler üzerinde baskı oluşturulduğu için reklam bile alamadık” diyorlar, acaba doğru değil mi bu söylenen? 3) Acaba herkesin beğeneceği başka kişi ya da gruplar kanalı almak istedi de Tuncay Özkan mı, “hayır ben Fethullahçılara satacağım” dedi. 4) Ayrıca bakalım, yeni bir kanal kurup mücadeleye devam etmeyecekler mi? 5) Bugün acımasızca eleştirenler, acaba nasıl farklı bir yol önermişlerdi?