Oda TV Ankara Haber Müdürü Müyesser Yıldız, TELE 1 Ankara Temsilcisi İsmail Dükel ve Astsubay E.B. hakkında “Devletin güvenliği veya yararları bakımından gizli kalması gereken bilgileri açıklama” suçundan 6 yıl 3’er aydan 17 yıl 6’şar aya kadar hapis istemiyle açılan davanın yargılaması Ankara 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı.
Tutuksuz yargılanan İsmail Dükel ve E.B. ve tutuklu Müyesser Yıldız duruşma salonuna geldi. Müyesser Yıldız, duruşma salonuna geldiğinde ayakta alkışlandı.
İlk savunmayı ise Astsubay E.B. yapıyor. E.B. şunları söyledi:
"İddianamede üstüme atılan suçlamaları kabul etmiyorum. Gizli evrakları hiç görmedim. Ben taburun lojistiğini sağlıyorum. Gizli belgeleri görmem mümkün değil. Dükel ve Yıldız ile tanışıklığım 2015 yılına dayanıyor. Müyesser hanımla açığa alındığım zaman avukat ihtiyacım oldu. Çevresinde tanıdığı vardı diyerek bir vesileyle tanıştım. 10 yıla aşkındır bipolar tedavisi görmekteyim. Rahatsızlığım nedeniyle gitmediğim görevlere katılmadığım görevlere gitmiş görmüş gibi anlatıyorum rahatsızlığımdan dolayıdır.
Gerek sosyal medyada gerek ulusal basında gündeme gelmiş konuları ara sıra ben onları arıyordum ara sıra onlar beni arıyordu. Öyle yorum yapıyorduk."
"Diğer sanıklar tarafından sizden bilgi istendi mi?" sorusuna da yanıt veren E.B., "Müyesser hanım benden 3 belge istedi kanal İstanbul ile ilgili 2. Şehitler haftasıyla ilgili istedi. Bende şaşırdım neden bu belgeleri istedi Müyesser Yıldız. Belge göndermenin suç olduğunu bildiğim için göndermedim.
İsmail Dükel benden belge yada bilgi istemedi hiç." dedi.
Bilgileri nerden öğrendiğini söyleyen E.B., "Müyesser Yıldız'a verdiğim doğrulanmış bazı bilgileri devremden öğreniyordum. Şehit haberlerini arkadaşıma WhatsApp grubundan gelen mesajlardan öğreniyordum bilgileri." dedi. Savunması biten E.B.'nin ardından konuşan avukatı ise “Hastalığı cezaevinde ilerledi. Sık sık atak geçirmektedir içeride.” dedi.
Müyesser Yıldız'ın savunmasını tamamladı
Müyesser Yıldız savunmasında şöyle dedi:
40 yıllık gazeteciyim. Ben Genelkurmay Başkanlarıyla görüşebilen bir insanım. Böyle şeylerin konuşulması çok üzücü. Huzurunuza gelmeme sebep olan, bir iddianame değil, bir intikamnamedir. O yüzden sözlerimin başında bu intikamnameye karşı herhangi bir savunma yapmayacağımı belirtmek istiyorum.Ancak öncelikle benimle birlikte bedel ödettirilen, ailem başta olmak üzere ilk günden itibaren kurulan bu tezgâha inanmayıp, bana sahip çıkan insanlar için ve elbette tarihe not düşme adına söyleyeceklerim var. Bu intikamnameyi önünüze geldiğinde lâyık olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermenizi dilerdim, ama yapmadınız. Oysa bunu kabul ettiğiniz gün, tensipte aldığınız kararlarla, o kağıt yığınının ne kadar pervasızca derlendiğini tespit edip ortaya koyan sizlerdiniz. Seni delil, belge olmadan ve hukuku ayaklar altına alarak tutuklayıp hapse attık. Sebebi de bazı büyüklerimizi rahatsız etmen.” mesajının verildiği bu intikamnameyi hazırlatanların peşine düşüldüğü takdirde, ülkenin güvenliği adına daha önemli bir hizmet yapılmış olunacaktır. Kendim için üzülmüyorum. Üzüldüğüm, hukukun böylesine alenen iğfal edilmesidir. Aslında hukuk demeye de dilim varmıyor, çünkü bu çok değerli kavramın içini boşaltmış oluyoruz. Şu olanlara ne ad verilir diye çok düşündüm. Mesela yamyamları merak ettim, araştırdım. İnanın onlarda bile kural, kaide var. Kimi yiyecekleri, neresini yiyecekleri; ne zaman, nasıl yiyecekleri belli. Burada ne var? Hedef belli: ben... İyi de yıllardır görmediğim değerli gazeteci İsmail Dükel’den, hastalığı olan gariban bir astsubaydan ne istersiniz? Doğrudan, “Seni alıp içeri atıyoruz.” dense daha insani ve mertçe olur, hukuk da böyle iğfal edilmezdi. Erdal Baran izlenmiş mi? Hayır. Ne yapılmış? Telefon dinleme kararı alınmış. Neden? Çünkü telefonun ucunda beni bulacaklarından eminlerdi. Nereden biliyorlar? Çünkü illegal dinlenmiştim. Yıllarca aradılar, taradılar; bu astsubay üzerinden işi legalleştirdiler. TEM müdürünün yazısında bir cümle var, “Yapılan çalışmalar sonucunda şüpheli Erdal Baran ile olan irtibatı dikkat çekici bulunmuş ve bu yönde soruşturma başlatılmıştır.” diyor. İşte önce benim takip edildiğimin itirafı ve delili. Suriye’deki operasyonları yöneten Zekai Aksakallı, İsmail Metin Temel’in adını 5 yaşındaki bebeler bile ezberlemişken, geçenlerde, üstelik kritik olan Somali’deki görev gücümüzün başındaki komutanın adı yazılmış çizilmişken, koca Korgeneral nasıl gizli olabilir? Sözkonusu Müyesser’i yemekse, olur. Hele de sorulan adres Müyesser’e, Odatv’ye husumet içinde olan bir yerse. İtibar etmedim, etmiyorum; ama birileri sık sık, “15 Temmuz’da hazırlanan ölüm listesinde adım vardı.” diye nasıl bir tehlike atlattığını anlatıyor ya, o listede benim de adım vardı. Yani doğruysa, 15 Temmuz başarılı olsa ben de ortadan kaldırılacaktım. Çok şükür, 15 Temmuz başarılı olmadı, yaşıyorum; ama 15 Temmuz’u sorguladığım için hapisteyim. Eğer o listeler ciddi ise dikkat çekici bir kesişme, değil mi? Ben tutukluyum, ama “devletin güvenliğini” tehdit ettiğim yazılar özgür!.. Şu gerçek bile suç unsurunun o yazılar değil, bizzat ben olduğumu ispatlıyor. 2011’deki Odatv kumpası, İzmir casusluk kumpası vs... Tüm bu benzerlikleri niye anlattığıma gelince; Diyorum ki, bu intikamnameyi hazırlayanlar veya hazırlatanlar ya da her ikisi birden “FETÖ’cü” olmalı!.. Aslında Necati Doğru’nun, Emin Çölaşan’ın, Sözcü gazetesinin “FETÖ’cülükle” suçlandığı bir yerde “FETÖ” demenin de inandırıcılığı kalmadı. Zaten, “FETÖ” demek, ülkemizin karşı karşıya olduğu tehlikeyi küçültmektir. Bence bunun tam adı Gladyo’dur, Sevr Örgütü’dür. Herkes gazeteciliğin ne olduğunu anlatmamı bekliyor. Bunu yapmayacağım. Çünkü, ülkemizde artık uzunca bir süredir başka bir cins gazetecilik var. Gazetecilik şöyledir, habere şöyle ulaşılır diye anlatsam, birçok kimseye ütopyadan söz ediyorum gibi gelir... Yine de birkaç şey söylemek istiyorum. O polis müdürünün fezlekesinde, “Gazeteci kimliğini kullanarak, birçok şahıs ile irtibatlıdır.” diye yazılmış. Ne demek “gazeteci kimliğini kullanarak?” Gazeteciyim yahu, işim bu. İşimin birinci gereği de insanlarla görüşmek. Sanki gazetecilik kimliğimi kullanarak dolandırıcılık yapmışım. Çöle dönmüş koca bir ülkede bir vaha, bir serap gibi gazetecilik yapmaya çalışan bir avuç insan kaldı. Onlar da baskıyla, tehditle, hapisle yıldırılmak isteniyor. Bitirilmek istenen sadece bizler, basın özgürlüğü değil, doğrudan düşünce özgürlüğüdür. Vatan şairimiz Namık Kemal 150 yıl önce, “Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hürriyet! Çalış, idraki kaldır muktedirsen âdemiyetten.” diye haykırmıştı. Evet, Namık Kemal’in imkansız gördüğü şey yapılmak; basın susturularak, insanların bilgi ve fikir sahibi olması, yani düşünmesi ortadan kaldırılmak isteniyor.
Bunu hedefleyenlere, kendilerine yakın bir ismin, Sezai Karakoç’un, “Onlar sanıyor ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak.” sözlerini hatırlatmamın, bilmem, bir anlamı olur mu? Bu meslekte işsizlikle de açlıkla da hapisle de sınandım. Sınanmadığım bir canım kaldı. Onunla da sınayabilirler, umurumda değil. Ama bırakın dirimi, benim ölümü bile haksızlık, hukuksuzluk, yanlışlık, ihanet karşısında susmaya, yani mesleğime, milletime, ülkeme ihanete kimse razı edemez. Ata’mızın izinde, “Bağımsızlık benim karakterimdir.” dedim, demeye devam edeceğim. Yaklaşık 40 yıllık gazeteciyim. Bunun 10 yılında devlette görev yaptım. Önümden çok gizli bilgi-belge geçti. Devletin güvenliğinin ne olduğunu ve ne olmadığını iyi bilirim.
Devletin güvenliğini;
- Düne kadar Fetullah Gülen’in önünde el pençe divan duranlardan,
-İmralı’daki teröristbaşıyla görüşen ve görüşmek için sıraya girenlerden,