RUHAT MENGİ
Canlı yayına “hastalandığı için gelemeyeceğini” son dakikada bildiren Ahmet Hakan’a fena halde kızmıştım ama bazen güzel yazılar yazdığını da itiraf etmeliyim. (Şimdi o da “bazen”e kızacak nasılsa, kızsın müstahaktır!)
Cuma günü “Nasıl bir köşe yazarı istiyorlar” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Hükümetin hep kötü yönlerini yazan ‘takıntılı yazarlar’ istemiyorlar, bunu anladık... Ama hükümetin iyi yönlerini de, kötü yönlerini de yazan tarafsız yazar da istemiyorlar (...)
Lisan-ı hal ile şunu diyorlar: Ben köşe yazarının ‘yüreğine tasfiye korkusu salınmış’ olanını severim... Dünyanın en zor işini başaran, yani ‘Yazılması gerekenleri yazmamayı başaran’ tipte köşe yazarları istiyorlar... Tek muhalif eylemi ‘Başbakan’ın önünde isli viski çekmek’ olan köşe yazarı istiyorlar...”
Özellikle “yüreğine tasfiye korkusu salınmış” ile “yazılması gerekenleri yazmayan” kısmı duruma cuk oturuyor. İki cümlede “koca bir tablo” ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
Önce bir medya kuruluşuna dünya basın tarihinde benzeri ancak Arjantin gibi adı darbelerle, anti demokratik yönetimlerle özdeşleşmiş, bunca yıllık dikta rejimlerinden sonra demokrasiyi içselleştirmesi çok zor olan, bu nedenle de sivil dikta uygulamalarının olağan sayılabildiği bir Güney Amerika ülkesinde görülebilecek baskılar uygulanıyor.
Demokratik bir ülkede, demokrasinin ilk şartlarından biri olan “basın özgürlüğü” hiçe sayılarak açıkça “Bu grubun gazetelerini almayın” çağrıları yapılıyor. Sonra çağrı yapılan aynı gruba geçerliliği olmayan nedenler bulunarak toplam piyasa değerine yakın yükseklikte, yıkıcı vergi cezaları kesiliyor.
Aynı anda internette ve fısıltı gazetesinde (yıllarca “andıç”lardan şikayet edip de bunlara hiiiç ses çıkaramayan “liberal”lerin kulakları çınlasın. Ne güzel liberallik bu?) tasfiye edilmesi gereken gazetecilerin listesi dolaşmaya başlıyor... Peki, bir basın grubu “yok etmeyi hedefleyen” cezalarla karşı karşıya bırakılmışken o gazetecilerin artık yazılması gerekenleri özgürce yazabilmesi mümkün müdür? Dehşet verici bir baskı altında kalmaması mümkün müdür?
Üstelik bu listedekilerin çoğu kimsenin asla “takıntılı” diyemeyeceği, tamamen en demokrat ülkelerin, en kaliteli gazetelerine mensup yazarlarla aynı kalite düzeyinde yazmayı ilke edinmiş isimler... Hangi hükümet dönemine bakarsanız, elbette basının, gazetecinin asli görevi olan “iktidar icraatlarını izlemek ve halka duyurmak, gerekiyorsa uyarmak” işlevini yerine getiren, gerektiğinde iktidarı da, muhalefeti de, hata yapan kurumların tümünü de aynı şekilde eleştirebilen (tabii ki icraatlar ve ülkenin yönü, yönetimi iktidarın elinde olduğu, gündem de en çok onun eylem ve söylemleriyle dolu olduğu için iktidar eleştirisi her zaman ön plandadır), halkın bu nedenle saygı duyduğu isimler...
O zaman bu tablo, yaratılan bu huzursuzluk ve baskı önce basın özgürlüğüne, sonra da halka haksızlık, saygısızlık değil midir? Şüphesiz öyledir. Ki bu nedenle Uluslararası Basın Enstitüsü de (IPI), en saygın Avrupa ve Amerika gazeteleri de, AB komisyonu da ciddi tepki gösterdi. Ve olayın “siyasi” olduğunu söyledi.
ÇOK GARİP TESADÜF
Dün Hürriyet’te Eyüp Can’ın yazısında çok önemli bir açıklama vardı: “Doğan Grubu’na kesilen rekor cezanın bir ilk olmadığı, 2000’li yılların başında Citibank’a da haksız bir gerekçeyle ağır vergi cezası kesildiği, Citibank’ın ‘İnceleme elemanlarınız vahim bir hata yaptı, lütfen bunu düzeltin’ uyarısıyla dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın gerekli incelemeyi yaptırttığı ve 3 milyar TL’yi aşan cezanın derhal sıfırlandığı” anlatılıyordu.
Yazının daha da ilginç noktası ise “Doğan Yayın Holding’e bu rekor cezayı kesen ekibin başındaki kişinin, Citibank’taki vahim hatayı yapan, yanlış raporu yazan gelirler kontrolörü (yani aynı kişi) olduğu” idi.
Gerçekten de film gibi değil mi? 2000’li yılların başında Citibank’a yapılanın “vahim, hem de çok vahim, 3 milyar TL’lik bir hata olduğu” ortadayken böyle bir hatayı yapan kontrolör acaba Bakanlık’ta çalışmayı nasıl sürdürebiliyor ve aynı hatayı tekrarlayabiliyor?
Bugün Her Açıdan’da eski Maliye Baş Hesap Uzmanı olan Kemal Kılıçdaroğlu’na soracağım!
***
Truman Show gibi!!
Son günlerde sık sık komedyen Jim Carrey’in güzel bir filmini TRUMAN SHOW’u hatırlıyorum.
“Truman, çok güzel bir adada, otuz yıldır bir Tv kanalında aralıksız olarak canlı yayınlanan bir şovun -farkında olmadan- başrolündedir. Özel olarak hazırlanmış bu yapay adadaki kurgu hayatın diğer tüm aktörleri; annesi, babası, eşi, iş arkadaşları ve diğer herkes gerçek aktörler oldukları için durumu bilmekte, kendisi ise dizayn edilmiş, mutlu ama sahte, dış dünyanın olmadığı bir hayatı sürdürmektedir.
Bir gün tesadüfen olayın farkına varıp gerçek dünyayı aramaya başladığı ana kadar aynı çemberin içinde döner durur.”
İşte kafama takılan bu... Bağımsız bir medyanın olmadığı, varolanların çoğunun ise bir kurgunun parçası olduğu bir ülkede, eğer gerçeği ve adaleti aramak üzere başvuracak bağımsız bir yargı da ortadan kalkmışsa yaşam acaba Truman Show’dan farklı olabilir miydi? Yoksa sadece bize dayatılan kurgu olayları, masalları mı görebilirdik?
Hep beraber düşünelim...
Gidiş o gidiş çünkü!
(Not: Bu filmi görmeyenleriniz varsa mutlaka izlemeye çalışmalı.)