YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
Neden? Çünkü Kur’an din adamı, din sınıfı, din kıyafeti tâbir ve kurumlarının tümünü yıkmıştır.
Din ilimleri âlimi olur ama din adamı asla olmaz. Eğer din adına İslam’dan söz ediyorsak gerçek budur. Gerisi Hıristiyanlıktan aktarılmış kabul ve kurumlardır.
Batı insanı, din adamı ve mâbet (kilise) denince, ister istemez engizisyonu da hatırlar.
Engizisyon, ortaçağdaki kilise hegemonyasının amansız ve acımasız din mahkemelerine verilen addır.
Ruhbaniyeti, yani din sınıfını kabul eden bir sistemde, engizisyon kaçınılmazdır.
İnsanoğlu, kendine üstünlük ve farklılık sağlayan kavram ve kurumların, değil silinmesine, aşınmasına bile izin vermez. Bu silinme ve aşınma kaçınılmaz olmuşsa o zaman hileye, aldatmacaya başvurur; o da yetmezse şiddete gider. Engizisyon, bu maceranın şiddet aşamasını temsil etmektedir. Tanrı adına hayatı cehenneme çeviren kahredici bir şiddettir bu...
Kur’an, engizisyona giden yolları tıkamıştır.
Her şeyden önce, ruhbaniyet denen din sınıfını kabul etmez. Ruhbaniyet, Tanrı adına bir uydurmadır. (Hadîd Suresi, 27)
Din sınıfı olmayınca, din kisvesi de yoktur. Vahyin muhatabı olan Hz. Peygamber bile, hitap ettiği insanların herhangi birisi gibi giyinmiştir.
Sarık ne İslam’ın ne de Hz. Peygamber’in alâmetidir. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, “Sarık, Arapların alâmetidir.” Sarık, Hz. Peygamber’in en yakın dostu Ebu Bekir tarafından taşındığı gibi, en kötü düşmanı Ebu Cehil tarafından da taşınmıştır. Çünkü Ebu Bekir de Ebu Cehil de Araptı. Ve sarık İslam’ın değil, Arabın alâmeti idi.
Arap, kendi alâmetini bize ‘İslam’ın alâmeti’ diye kabul ettirdi ve onun kalkanı altında yapay bir din sınıfı ensemize bindirildi. Yani Kur’an’ın yıktığı bir baskı sınıfı, Kur’an’ın dini adına kutsallaştırıldı.
Sarık gibi, daha onlarcası var.
İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?
Ömür sermayemin en değerlilerinden biri saydığım ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabım İslam’ın yıktıklarının İslam diye hayatımıza nasıl musallat edildiğinin 700 sayfalık belgesi ve din adına uydurulan yalanların bir tür dökümüdür. Mutluluğum odur ki, bu ‘devrim eser’, sadece yazıldığı Türkiye’de değil, tercüme edilip yayınlandığı Almanya’da da ‘best seller’ satmıştır.
Kur’an, engizisyona giden yolların tıkanması işini, din sınıfını hayatın dışına atmakla da bitirmez. Kur’an, resmî mâbet kavramına da yer vermemektedir.
Mâbet başkadır, resmî mâabet başkadır. İkisi çok farklıdır. Resmî mâbet varsa (Hıristiyanlıkta olduğu gibi), ibadeti başka bir mekânda yapamazsınız. İslam ise bütün yeryüzünü mâbet ilan ederek, her yeri secgâh yapmıştır. Eğer, bir ‘Allah’ın evi’nden söz edeceksek, o bütün yeryüzüdür.
Ölümüne yakın günlerde, kendisine, “Türbenizin üstüne yapacağımız kubbe nasıl olsun?” diye soranlara şu cevabı veren büyük Mevlâna Celaleddin (ölm. 1273), bu Kur’ansal gerçeği en güzel anlayanlardan biridir. Diyor ki soruyu soranlara:
“Mezarımın üstüne gök kubbeden daha güzelini yapabilir misiniz? O halde, bırakın üstümde gök kubbe kalsın!”
Kur’an bu anlamda mâbetsiz bir din getirmiştir. Başka bir ifadeyle, Kur’an’a göre, bütün yeryüzü mâbet, bütün meşru fiiller ibadettir.
Cami, resmî mâbet değildir. Esasında cami mâbet değil, toplantı yeridir. Adının anlamı da odur. Cem evinin adının anlamı da odur: Toplantı yeri. Herhangi bir toplantı yeri gibi oralarda da namaz kılınır. Camide kılınır da cem evinde kılınmaz kavgası yapanların cehaletlerine şaşarım.
Cami de cem evi de ‘Allah’ın evi’ falan değildir. Allah’ın evi olur mu? Evi olan bir varlık Allah olur mu?
Kur’an şunu getirmiştir: Yaratılanın Yaratan’a secde ettiği her yer mescittir, mâbettir. Ve Kur’an’ın tebliğcisi Hz. Peygamber bu gerçeği şu sözüyle ölümsüzleştirmiştir:
“Bütün yeryüzü bana mescit yapılmıştır. Temizliğini yapan her insan, bulunduğu yer nere ise ibadetini orada yapar.”
İbadet için özel yere ihtiyaç olmadığı gibi, bir lidere de ihtiyaç yoktur. Resmi imam, geleneğin bir kabulüdür, dinin emri değil. İbadet için toplananlardan biri imamlık üstlenir veya herkes ibadetini tek başına yapar.
Namaz, imamlığı para ile yapan birisinin arkasında kılınmışsa geçersizdir; iadesi gerekir. Bütün bunlar Müslüman kitleden saklanarak, mesela, Türkiye’de, iki katrilyon lira ile kotarılan bir ‘namaz kıldırma sanayii ve sektörü’ oluşturulmuştur. Böyle bir olguyu İslam’a kabul ettirmeniz asla mümkün değildir. Ne yazık ki bu açık İslamdışılık, Türkiye’de ‘’İslam’ın bir icabı’ gibi yutturulmakta ve sürdürülmektedir.
Gerçek olansa şudur: Bu sektör ve sanayi, kendisini ‘laik’ diye tanımlayan Türkiye’yi dünyanın en büyük din devleti haline getirmiştir.
Din ilimleriyle uğraşan ilim adamları da elbette ücret alacaktır ama bu ‘ancak bir eğitim hizmeti karşılığı olur. İmamlar da eğer namaz kıldırma dışında bir eğitim hizmeti veriyorlarsa aldıkları ücret bunun karşılığı olarak geçerlidir. Ama Türkiye’de 84 bin ‘namaz memuru’nun (deyim halkındır) eğitim hizmeti verdiklerini söylemek inandırıcı olabilir mi? O zaman okuldan çok caminin varlığı nasıl açıklanacaktır?
İslam tarihinin yozlaşma öncesi devrine-buna yaratıcı fikirlerin oluşum devresi de diyebilirsiniz- baktığımızda, dinden saltanat ve nimet devşiren bir sınıfın olmadığını görürüz. Geleneğin ‘din büyüğü, Allah adamı veya din adamı’ diye andığı o devir insanları hizmet, bilgi, fedakârlık, feragat ve insan sevgisi ile yücelen aydınlardır.
Evet, onların tek sıfatı ‘münevver’ yani aydındı. Din adamı diye bir sıfat İslam’da yoktur ve olamaz. Çünkü ‘din adımı’ sıfatını geçerli kıldığınız anda arkasından din sınıfı ve din kisvesi gelir. Bunun varacağı yer ise engizisyondur.
ENGİZİSYON TÜRLERİ
Engizisyon bazen açık-kurumsal olur, bazen de, Türkiye’de olduğu gibi, örtülü, maskeli. Maskeli engizisyon olmasaydı, başkentin bir semtinde bir bakkal, alkollü içki sattığı için, resmî memurlar tarafından çivili coplarla ölesiye dövülebilir miydi?
Engizisyonun varlığını kabul için ne bekleniyor? Meydanlarda odun yığınlarının üstünde, ‘din adına’ birilerinin yakılması mı? Vakıa, onun bir örneğini de yaşadı bu ülke: Sivas’ta günün ortasında 38 insan benzin dökülerek diri diri yakıldı.
Ve onları savunanlar ‘din’ adına avukatlık yapan Allah ile aldatma simsarları oldu.
Belli ki Türkiye’nin kulağı, akıl almaz biçimde paslanıp tıkanmış. Hiçbir sesi, hiçbir uyarıyı duymuyor.
Evet, tekrar söyleyelim: En zehirli engizisyon örtülü-maskeli engizisyondur. Ve o da Türkiye’de uygulanmaktadır.
İslam’ın din alanındaki yaratıcı dehalarının hiçbirinin ‘din adamı’ diye bir sıfatları, unvanları olmamıştır. Bakın, İslam ilimlerinin babaları sayılan İslam büyüklerine.... Hemen hepsi, tarihe, geçinmek için seçtikleri bir el sanatı veya meslekten kaynaklanan lakaplarla geçmişlerdir: Camcı, dokumacı, çömlekçi, iplikçi, hamamcı, fırıncı vs. gibi... Onların seçkinlikleri, oluşturdukları bir ‘din sınıfı’na değil, ilim ve düşüncedeki üstünlüklerine dayalı idi. Çünkü Kur’an, ilmi, bir üstünlük sebebi, hatta tek üstünlük sebebi saymaktadır. Bilen konuşmalı ve bilen saygı görmeli.
Yaratıcı devre bitip miras yeme süreci başlayınca, kıyafet ve dini sömürmek üzere bir ‘kutsal sınıf, din sınıfı’ oluşturma ihtiyacı, daha doğrusu illeti ortaya çıktı. Bu yapay sınıf, yeni fikirler üretmek ve yaratıcı hamleler ortaya koymak yerine politikayla, vakıflarla, saltanatla koklaşarak yapay bir din sınıfı, daha sonra da örtülü bir engizisyon yarattı.
İslam’ın ruhuna ters bir gelişmeye vücut verdi. Yozlaşma ve bilgisizlik arttıkça, bu kemirici gelişme de hızlandı.
Ve günümüze geldik...Günümüz, eski engizisyonun çocukları emperyalist Batılılarla, yeni- engizisyonun temsilcileri ‘saltanat ve hurafe dincileri’nin işbirliği içinde aydınlık ve bağımsızlığı boğma günü olarak belirginleşmektedir.