Gazetecilik mesleğinde öyle bir zamana denk geldik ki… Adeta taş devrinden cilalı taş devrine geçişe tanıklık ettik…
Ömrümüz yeterse daha neler görebileceğimizi üç aşağı beş yukarı tahayyül edebiliyoruz.
Türk insanı teknolojinin yetmediği ya da yetişemediği yerinde bugünkü gibi o muhteşem(!) zekâsını kullanıyordu. Örneğin Ankara için, gazetelerin kalıplarının yer aldığı uçak kargosu (matris), İstanbul’dan Esenboğa’ya iniyordu ama hava muhalefeti olduğu zamanlar şehir merkezindeki matbaaya otomobille getirilemiyordu. Bu yüzden matbaalar Esenboğa Hava Limanı’nın yanına kuruldu bir bir… Matrisi kısa sürede gerekirse yürüyerek alabilelim diye…
Zamanın en gelişmiş fotoğraf geçme cihazı, mekanik ses sinyaliyle veri aktaran ve dönen tambura yerleştirilmiş en iyi ihtimalle bir siyah beyaz fotoğrafı 15 dakikada Anadolu Ajansı’nın Sıhhiye’deki Fotoğraf Servisi’nde yer alan ve gözlerden bile sakınılan kamyon gibi alıcıya ancak düşürüyordu. Fotoğraf, büyük şehirlerden birinde çekilmiş ve açık tutulabilen bir stüdyoya renkli karta basılmış ise bir kare fotoğrafın geçiş süresi üç rengin (kırmızı, mavi, sarı) ayrı ayrı geçişiyle üçe katlanıyordu. Faks cihazı çıktıktan sonra nice siyah beyaz fotoğrafları faksın fotoğraf modunda (çözünürlüğü yükseltiyordu) alıp sözüm ona Anadolu Ajansı’ndan önce çamur gibi bu fotoğrafları ellerimle sayfaya yerleştirdiğimi hatırlarım. Ya da örneğin kışın karda boranda oynanan bir maçtan renkli ya da siyah beyaz fotoğrafın yetişmediği sırada hiç olmazsa taşra baskısına aynı takımların başka maçından yaz aylarında günlük güneşlik havada çekilmiş eski bir renkli fotoğrafın kullanıldığını bilirim…
Baskı dizgi kalıp süreci de ayrı bir hikâyedir. Dokuz sütun tasarım kâğıtlarına sayfa taslağının çizimi… Bu çizimin pikaj kartonunda sayfaya dönüşümü… Bu dönüşüm sırasında ekransız dizgi makinelerinde yazıların dizilişini ve bir yazının altı banyodan geçtikten sonra uzun makinenin öbür ucunda aheste çıkışını… Sayfa sekreterlerinin göz kararı pika ve punto ölçüsü verirken bir buçuk boşluk verilmiş daktilo sayfasında teksir kâğıdına yazılan haber ya da spotun uzunluğunu satır olarak muhabirden isteyişini… Dizilmiş metnin arkasının mumlanarak gretuvarla (maket bıçağının bir türü) traşlanıp arkası mumlanarak pikaj kartonuna yerleştirilmesini… Hayranlıkla izlerdik…
Pikaj kartonunda ertesi gün insanların okuyacağı gazeteyi okuyor olmak büyülü bir ayin gibi gelirdi… Herkesten önce o sayfayı görüp okuma duygusuydu bu… Hele sürekli lazım olur diye imzalarınızın, çeşitli puntolarda alınmış çıktısının arkası mumlanmış şekilde pikaj tahtasında bir köşeye yapıştırılmış ve pikaj kartonuna iyi bir haberinizin üstüne yapıştırılmasını bekleyişini göğsümüz kabararak izlerdik…
Sonra renkli basılacak o sayfanın siyah beyaz fotoğraflarına, küçük kamera oyunlarıyla nasıl renk verildiğini ise bir büyücüyü izler gibi izlerdik… Kamera operatörleri mesleğin birer dâhisiydi…
Derken sonra masa üstü yayıncılıkta Machintosh, aramızda kısaca “Mek” dediğimiz üstatlar çıktı geldi. O sayfa tasarımı, pikaj kartonunda gerçeğe dönüşümü, kamera operatörlerinin maharetlerini ölçüsü ve kalitesi her geçen gün gelişen Meklerin nasıl bünyesinin içine alıp götürdüğünü gördük hayretle karışık hüzünle…
Matbaalar hava limanının yanına taşınmıştı ama artık sayfa faksı diye bir cihaz da matris geleneğini ortadan kaldırıvermişti bir günde. Artık sayfa sekreterleri, dizgiciler matbaa işçileri de servislerle gittikleri hava limanının dibindeki matbaalarda çalışır olmuşlardı. Artık gazetenin başyazarı, yazarıyla matbaa işçisi yemekhanede yan yana yemek yiyemiyordu. Yazarlar muhabirler için gerekli ofisler de çoktan Rüzgarlı’yı terk etmiş, plazalara yerleşmişti bile… Sayfa sekreterini plazasında bulunduran gazeteler de meklerle sayfayı yapıyor, tek tuşla matbaaya aktarıveriyordu zaten…
Sonra Meklerin bileğini bükemese de “Pencere” mantığını “Windows” diye yutturan Bill Gates çıktı ortaya… Meklerle uyumlu “piisii”ler (PC) çıkarttı. Gazete büroları bunlarla donatıldı, daktilolar evlerin ya da ofislerin müstesna köşelerine bir müze objesi gibi yerleştiriliverdi. Artık birbuçuk satır aralıklı teksir kağıdına şu kadar satır diyen sayfa sekreterleri de yoktu. Haberi ne kadar yazarsan yaz, PC Mek’e pas ediyordu, Mek de bir tuşla o metni istenilen yere yerleştiriveriyordu… Bu düzene alışmamış zor oldu…
Sonra karanlık odalara geldi sıra… O siyah beyaz film banyo tankları, yıkanmış filmle antrenman yaptığımız spiraller, film yıkandıktan sonra Çorum kaloriferi takılmış çelik dolapta filmi kurutma yarışı, film kuruduktan sonra agrandizör de el numaralarıyla baskıyı mükemmel yapma çabaları… Sıra bu süreci kaldırmaya geldi… Nick Nolte’un halen izlerken heyecan uyandıran Ateş Altında filminde kullandığı Nikon F2 rüyalarımızı süslerdi elimizde Zenith ile 19 Mayıs Dış Sahalarda fotoğraf çekerken… Katlama diye bir şey vardı şimdiki nesil belki halen biliyordur. Gazete bürolarına hele taşra Ankara’ya, 400 Asa filmden üstü gelmezdi. İstanbul merkez bu türlü şartlarda 800, 1600 asa filmle çalışırken… Gece maçları, kapalı havalarda 100 asa filmle futbol maçı gibi çok hareketli bir aktivitede enstantane çekmenin zorluğunu tahayyül etmek, şu yukarıdaki ölçüleri bilmekle alakalıdır… 100 Asa filmi 200’e, 400 asa filmi 800’e katlayıp fotoğrafı öyle çekersiniz ve iki katı süre banyoda tutarsınız… Futbol maçlarında enstantaneyi net fotoğraflamak için havadan süzülen bir topa iki ya da birkaç futbolcunun aynı anda çıktığında havada zirvedeyken duraladıkları anı denk getirmeye çalışırsınız… Film de kısıtlıdır boşa basamazsınız deklanşöre… 30 ya da 60 enstantane ile 100 ya da 400 asa filmle enstantane çektiğimi hatırlarım…
Hele hele Dia çekimi yaparkenki o hassas asa ile diyafram ilişkisini belirleme endişesi… Hadi çektin, 6 banyodan, katlamadıysan 36 dakikada temiz çıkmasını bekleme endişesi… Hadi temiz çıktı, başarılı enstantane var mı diye ışıklı masanın üzerindeki acele arayışları… Hadi buldun, renk ayrımı yapabilen kısıtlı yerlerden doğru biçimde renk ayrımı yapılıp gelmesini bekleyiş… Hadi hepsi tamam, sayfa sekreterinin dik fotoğraf ayırdığı sayfaya yan fotoğraf geldiğindeki çaresizliği… Bunlardı galiba fotomuhabirlerinin ömründen ömür götüren enstantaneler!
Sonra Nikon, Canon, Sony, PC, Adobe Photoshop, Laptop da, her ne kadar ömürden ömür götürse de karanlık odalarımızı, agrandizörlerimizi, banyo tanklarımızı, spirallerimizi, Zenithlerimizi, Nikon F2’lerimizi, Nikon F3’lerimizi aldı götürdü…
Artık ASA-enstantane uyumundaki hassasiyet ölçülerimiz fotoğraf makinemızdaki “P” harfine (Program’ın P’si) bırakıldı. Sınırlı sayıdaki filmle en iyiyi çekme yarışı yerini, havaya sıkılmış kareyi tek tuşla “Delete” etmeye bıraktı. O ciyyık ciyyık dönen tambur ve Anadolu Ajansı’ndaki alıcısı, yerini laptoplara bıraktı. Daha da ilginci bunların hepsini artık cebimizdeki cep telefonlarıyla bile yapmaya başladık…
İşte dostlar… Buna teknoloci deniyor…