Kartel medyasının amiral gemisinin ikinci kaptanı son günlerde yazdıklarıyla insanları hayrete düşürüyor. Bazı yazdıklarında isimler ve yerler ile bazı özlü sözleri söylememiş kişilere mal ediyor.Bunları yazan ve meydana çıkartan'da Deniz Gökçe. Neyse bunlar olabilir ancak dünkü yazısında okudum hatta üç kez okudum dediği İsak Alaton'un mektubunu bin kerede okusa kafası almaz. İsak Alaton'u haklı çıkartan bu yazısının hiç tutar bir tarafı yok. Çünkü doğruları yazmıyor nedendir bilinmez? Bir genel yayın müdürünün doğruları yazmadığı bir büyük gazeteyi varın siz düşünün. Biz burada kendisine çamur da atmıyoruz. Ancak yazdığının ne derece yanlış olduğunu kanıtlıyoruz. İşte kanıtı. Önce Özkök'ün o üç kez okudum dediği ama anlamadığı ve gerçekleri yazmadığı yazısı. Ve karizmasını çizen Yiğit Bulut'un o yazısı
ERTUĞRUL ÖZKÖK
GEÇEN çarşamba sabahı Türkiye’deki Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinden Bension Pinto ile kahvaltı ediyordum.
Pinto, hatıralarını kaleme aldı.
Türk Yahudilerini tanımamıza yardımcı olacak çok ilginç olaylar anlatıyor.
Sabah erken olduğu için gazeteleri henüz okumamıştım.
Çantasından bir gazete sayfası çıkarıp önüme koydu.
"Belki henüz okumamışsındır" deyip tepkimi bekledi.
Eyüp Can’ın önceki günkü Referans Gazetesi’ndeki yazısıydı.
Eyüp’ün yazılarını her gün dikkatle okurum.
Hem içeriği hem de kolayca okunan üslubu ile bana iyi gelen yazarlardan biridir.
Fanatizmden nasibini almamış kafa yapısı, onu benim gözümde önemli bir referans insanı yapar.
İshak Alaton’dan gelen bir mektubu köşesine almış.
Gerçekten de dikkate almamız gereken çok önemli bir noktaya dikkatimizi çekiyordu.
Bension Pinto, bunun Türkiye’deki birçok Yahudi vatandaşımızın görüşünü de yansıttığını ima eder gibiydi.
İshak Bey’in yazdıklarına ben de katıldığım için, Eyüp Can’ın izniyle aynı mektubu köşeme alıyorum.
* * *
"Sevgili Kardeşim Eyüp,
Geçenlerde, Tophane’deki Modern Müze’yi gezdim.
Yoruldum.
Pencere kenarından rıhtıma baktım ve düşündüm. Gümrük antrepoları ve döküntü binaların sıralandığı rıhtım boyu, içler acısı bir durumda...
Deniz kenarı, şehre ve insanlara küsmüş...
Şehrin merkezi ama bürokrasi işgalinde... İnsanları dışlamış...
Beş altı yıl oluyor, Sammy Ofer isimli bir adam, bizim Mehmet Kutman ile bir olup, buraya milyar dolarlık bir yatırım yapacaktı...
Rıhtım canlanacak, yabancı bandıralı gemiler binlerce turist getirecek, Kapalıçarşı pazar günleri bile açık tutulup, ekonomiye katkı sağlayacaktı.
Olmadı.
Medya ile bürokrasi el ele verdiler, bu projeyi önlediler.
Neden?
Ofer Yahudi! Olmaz!
Yahudi’ye mi yedireceğiz burayı?
Aradan yıllar geçti. Mezbelelik, perişanlık aynen devam eder. Kaderimiz herhalde...
Bugün, Referans’ta Osman Öndeş’in yazısını okudum.
Londra’daki müzeye Ofer’in verdiği 45 milyon dolarlık bağışı da okudum.
Aklıma Gülbenkyan geldi. Petrol zengini....
Hani kırklı yıllarda İstanbul’da bir müze yapmaya kalkışmıştı. Türkiye’de doğmuş da, hálá memleketini severmiş... 1915’lere rağmen sevgisi azalmamışmış..
Akılsız adam!
Ankara’daki ’vatanseverler’ adamı sopa ile kovaladılar...
Ermeni ya... Olmaz... Doğuştan mundar...
O da gitti Lizbon’da müzeyi inşa ettirdi.
Türkiye kaybetti, Portekiz muhteşem bir eser kazandı.
Geçenlerde, basında, arka sayfalarda tek sütun ufacık bir haber vardı.
Anayasa Mahkemesi, yabancılara gayrimenkul satışını durdurmuş, yasaklamış...
Yaşasın! Memleket işgalden kurtuldu...
Fakirliğe ve akılsızlığa devam...
Bu paranoya, bu yabancı düşmanlığı, bu gayrimüslim düşmanlığı, bu antisemitizm burada devam ettikçe, bizler bu vasatlığa mahkûm insanlar olarak, hayatın kıyısında bir yerlerde kalakalırız.
Arada bir, bu topluma ayna tutup, bu önyargıların bedelini hatırlatmanızda yarar var derim.
Sevgilerimle, İshak Alaton"
* * *
Mektubu siz de okudunuz.
Bunca yıl Türk ekonomisine hizmet vermiş, Türkiye’ye kazandırmış bir insanın çığlığını siz de hissetmediniz mi?
Ben Türkiye’de kalıp vatandaşlık bağlarını sürdüren Yahudilerin, Rumların, Ermenilerin sözlerine özel bir önem veririm.
Tarihin hepimizin sırtına yapıştırdığı bütün acılara rağmen, bütün risklere rağmen burada kalıp yaşamayı seçmiş insanlar gözümde çok özel bir yere sahiptir.
Onlardan böyle bir çığlık geldiği zaman da içim daha çok acır.
Bunu sizinle paylaşmak istedim.
(*) Aslında bu yazıyı dün yayınlayacaktım.
Araya Sabah-ATV satışı girince bir gün erteledim.
Bu arada başka bazı gazetelerde, bu konuya değinen yazılar çıktı.
Ama çok önemli bulduğum için yayınlamaya karar verdim.
Daha önce okuduysanız, zararı yok. İkinci defa okumakta da yarar var. Ben mektubu üç defa okudum. azdığı yazısını okuyunuz. Sonrada diğer yazı okuyunuz ve kararı sizler veriniz.
Şimdi de lütfen VATAN Gazetesi yazarı Yiğit bulut'un yazdığı yazıyı sonuna kadar okuyun bakalım hangisi doğruymuş!
YİĞİT BULUT
Utanmayanlar varsa buradan devam edelim!
Ayşe Denizdalan, Sadife Düdüş, Gülden Çiçek, Necla Özveren, ve Sevgi Sesli; bu isimleri tanıyor musunuz? Bu adları duyanınız var mı? Hiç sanmam... Tarih 29 Aralık 2005. Yer Bursa. Saat, gece 02.00 suları... Tekstil fabrikasında çıkan yangında bu beş işçi kadın, fabrika kapısı üzerlerine kilitli olduğu için yaşamlarını kaybettiler... Ayşe Denizdala 15, Sadife Düdüş 16 yaşındaydı. 32 yaşındaki Sevgi Sesli 3 aylık hamileydi. Günde 16 saat çalışıyorlardı ve hiçbirinin sigortası yoktu. Bursa’daki bu can yakıcı durum, Türkiye’deki diğer fabrikalardan farksızdı. Türkiye’de tekstil sektöründe çalışan 3 milyon insan var. Bunların yarısı kadın işçi... 18 yaşın altındaki 1 milyon çocuk işçi, sendikasız, sigortasız, kölelik koşullarında karın tokluğuna çalışıyor. Ve gerek Bursa’daki yangında canlarını kaybeden, gerekse Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde aynı koşullarda çalışan kadın emekçilerin büyük çoğunluğu başörtülü... Şimdi gelin bu sorunun üstüne cesaretle gidelim: Neden türbanlı kadın emekçilerin sorunlarını değil de; üniversitedeki türban meselesini sürekli konuşup, tartışıyoruz? Üniversitelerdeki ilk türban meselesini Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan’ın Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1967 yılında gündeme getirdiğini biliyoruz. Peki Bursa’da can veren başörtülü beş emekçi kadını neden bilmiyoruz! Neden tanımıyoruz!
Sevgili dostlar, bu satırlar bana ait değil. Bu satırları Soner Yalçın’ın son kitabından “Siz kimi kandırıyorsunuz”dan aldım. Sorunu muhteşem tanımlamış bana göre. Hem de birkaç sorunu iç içe tanımlamış ve yüzümüze çarpmış. Türkiye’yi “kalkındıracak” sektör diye “şişirilen” ve patronları tarafından “yaratılan” üç milyon Türk vatandaşı “köle”! Koca-baba baskısı ile “başı kapatılıp” tekstil fabrikalarına gönderilen 2 milyona yakın kadınımız! Ve dünya ilke rekabet edeceğiz diye “insan onuruna uymayacak” şartlarda çalıştırılan 1 milyon üzerinde “sigortasız” yavrumuz! Ha işin bir de “siyasi simge olunca-üniversite kapısına” dayanınca siyasetçiler tarafından “şova dönüştürülen” ama “ölen gariban işçinin, yanan garibin başında olunca kimsenin ilgilenmediği” bir “türban-başörtüsü” ayağı var.
Yazıyı fazla uzatmayacağım. Bu satırların üstüne zaten yazacak fazla bir şey de yok!
“...196 milyon YTL ücret ile Türk halkını çalıştırın, Avrupa ve Amerika’dan fabrikaları buraya getirelim...” diyen IMF yetkilisini de hatırlayarak, Türk halkına-bize son bir cümle ile veda ediyorum; “ister patron, ister siyasetçi, ister küresel sermaye temsilcisi, ister IMF görevlisi” olsun “birileri” kanımızı-canımızı fena halde emiyor! Yukarı “dile gelen 3 milyon insan, maddi-manevi sömürülen bu kitle”, buzdağının sadece parçası... Ha şunu da unutmayın; Türkiye, saatte 5 milyon dolar, yılda 100 milyar dolardan fazla faiz-sıcak para rantı öderken, bu ülkede 20 YTL için tarlaya çalışmaya gidip, yolda kamyon altında kalan insanlar da var!
*****
İshak Alaton, İsrail ile Türkiye’nin arasını bozmaya mı oynuyor?
İşadamı İshak Alaton bir gazeteciye mektup yazmış ve “adeta Türkiye’yi ırkçı bir dvlet ve Türkleri de kafatasçı bir millet” olmakla suçlamış. Neden yapmış bilmiyorum ama “bence” bu sefer hem Türkiye adına hem de dostluğuna çok değer verdiğimiz, Orta Doğu’da “devlet” kademesinde “stratejik ortak” olarak gördüğümüz İsrail adına; Alaton çizgiyi fena halde aşmış! Mektup, iyi niyetle yazılmış sitemden çok, bir “şova” , daha çok “ey dünya, ey dünya Musevileri, bu Türkiye böyle” çağrısına benziyor. Amaç çok belli; Türklerle, Musevilerin, Türkiye ile İsrail’in arasına “nifak” sokmak! Bir bölümü aktarayım bu güzide mektuptan; “...Bu paranoya, bu yabancı düşmanlığı, bu gayrimüslim düşmanlığı, bu antisemitizm burada devam ettikçe, bizler bu vasatlığa mahkûm insanlar olarak, hayatın kıyısında bir yerlerde kalakalırız... Sammy Ofer, bizim Mehmet Kutman ile bir olup buraya milyar dolarlık yatırım yapacaktı. Medya ile bürokrasi el ele verdiler, önlediler. Neden? Ofer, Yahudi! Olmaz!...”
Sevgili dostlar, İddiaların hepsi asılsız. Her şeyden önce “ihale” yargı tarafından iptal edildi ve en önemlisi de “Alaton’un” iddia ettiği gibi yatırım bedeli “milyar dolar” değil, “takside bağlanmış 49 yılı bugüne indirgediğinizde”, sadece 200 milyon dolar civarındaydı. Her neyse konuyu fazla uzatmadan Alaton’a şu çağrıyı yapmak istiyorum; bu ülkenin sana neler verdiği ortada! Ekmeğini yediğin bu ülkeyi “dünya kamuoyuna” asla bu şekilde sunmayı deneme ve asla ama asla “Türkiye ile İsrail arasına” bu çıkışlar ile “nifak” tohumları ekmeyi aklından geçirme! Bir not düşeyim; İsrail uçakları, kendi hava sahası yetersiz olduğu için Türk hava sahasında “eğitim uçuşu” yapıyorlar! Bu mu Alaton’un iddia ettiği “Yahudi düşmanı Türkiye”! Ayıp Alaton, çok ayıp!
Bu yazıdan sonra Ertuğrul Özkök'e de çok büyük bir ayıp düşüyor. Doğruları yazmayan üç kez okuduğu mektupun önünü arkasını bilmeyen bir genel yayın yönetmeni olarak.