SAYGI ÖZTÜRK
Gazetemiz Hürriyet’in arşivine bakıyorum. 10 Ağustos 1991 Cumartesi günü, birinci sayfa olduğu gibi Şemdinli’ye ayrılmış. “Öldüler… Bayrağı indirtmediler” başlığının hemen altında “Bu destan unutulmaz… Çünkü bu destan, 33 Mehmetçiğin, 150 teröriste karşı kahramanca direnişinin destanıdır. Bu destan, ağır silahlarla yapılan bir gece baskınına direnişin destanıdır. Bu destan; kan verip, can verip teslim edilmeyen bayrağımızın destanıdır” yazıyordu.
Teröristlerce basılan Şemdinli’nin Samanlı karakoluna ulaşmak için yola çıkıyorduk. O dönem Hürriyet Ankara Temsilci Yardımcısı Enis Berberoğlu, foto muhabiri Ümit Turpçu’yla birlikte önce Diyarbakır’a iniyor, orada taksici Vedat’ı buluyor, Şemdinli ilçesine gidiyorduk.
Samanlı karakoluna gitmek ne mümkün. Şemdinli çıkışından itibaren asker yolları tutmuş. Binbaşı Cem’e “Komutanım bakın gazetemizin başlığında Atatürk var, bayrağımız var” diyoruz ama boşuna. Komutan bizi kırmamak için telefonu kaldırıp birilerine ricamızı anlatıyor. Çalan bir telefonu kaldırdığında “Emredersiniz komutanım” diyor. Binbaşı Cem’in aldığı talimat, “kesinlikle gazetecilerin geçişine izin verilmeyecek” oluyor.
Şemdinli’ye gitmişsiniz, Samanlı köyüne gidemiyorsunuz. Nasıl Çukurca’nın Çayırlı köyüne katırla dağ yollarını aşarak ulaştıysak, Samanlı’ya da gidişin bir yolu olmalıydı. Meslektaşım, o yöne giden köylülerin arasına yöre halkı gibi giyinip karışmayı denedi, ama boşuna…
Askerler yorgundu. Sınırötesi harekât başlamış, gece-gündüz uykusuz kalan askerler de perişan olmuştu. Köprü başında sadece bir asker nöbet tutuyordu. Diğerleri dereye girmiş yüzüyorlardı. Boğucu sıcakta serinlemek için başka yolları yoktu.
Ümit Turpçu, yol açmakta, bahane bulmakta beceriklidir. Askere “Koçum memleket nere?” dediğinde, “Vay koçum, ben de oralıyım. Kimlerdensin sen?” diyor, memleketlisi olmayan askerin böylece dostluğunu kazanmaya çalışıyordu. Taksici Vedat, Ümit Turpçu’nun her gittiği yerde konuştuğu her askere aynı memleketten olduğunu söylemesine alışıktı. Hiç gülmüyor, gülümsemiyordu. Ümit, gazeteci olduğumuzu söylemiyordu.
Bir yol bulduk, bir iz bulduk, geçilmeyen yerlerden geçtik, atların su içtiği eşmelerde yüzümüzü yıkadık, başımızı suya soktuk. Patika yollardan ilerlerken alabildiğine toz kalkıyordu. Yol ayrımları geldiğinde o dağ başlarında, silahların patladığı yörelerde “Bu sefer sağdan gidelim” diyor, bazen de “Demin sağa girdik, bu kez şansımızı soldan deneyelim, sür Vedat” diyorduk.
Önce bayrağımızı gördük. Yaklaştıkça yanmış, yıkılmış, o dağ yamacının dibinde başlayan düzlükte kurulmuş karakolu gördük. Karşımızda Samanlı karakolu vardı. Karakola yaklaştıkça Ümit Turpçu birkaç kare fotoğraf çekiyor, hemen o filmi çıkartıp donumuzun içine, çorabımızın arasına, otomobilin koltuklarının altına atıyorduk… Çünkü, çektiğimiz filmlerin bir yerlerde elimizden alınabileceğini biliyorduk. O yüzden tedbirli davranıyorduk.
Sınır ötesi operasyon da devam ediyordu. Samanlı’ya giderken sınır taşlarının da yanından geçiyorduk. “Hatıra” olsun diye sınır taşlarının yanında fotoğraf çektiriyorduk.
Şemdinli yine gazeteci kaynıyordu. Ancak bırakın sınır ötesine gitmek, Şemdinli’de saldırıya uğrayan ve 9 askerimizin şehit edildiği karakola bile gidilmesi mümkün değildi. Bizim geçtiğimizi öğrenen diğer gazeteciler durumu yetkili makamlara bildiriyor, kendilerinin de geçişlerine izin verilmesi için uğraşıyorlardı.
Bizim gazeteci olduğumuz öğrenildiğinde yer yerinden oynamıştı. Ümit Turpçu, her durduruluşumuzda, fotoğraf makinesindeki boş filmi çıkartıp “Vallahi fotoğraf çekmedik, billahi fotoğraf çekmedik” diyordu. Tabii ki inanılmaz küfürler duyuyorduk. Bu arada meslektaşlarımız da boş durmuyordu. Bir meslektaşımız, yalvarıp yakarmayla sonuç alamayacağını bildiği için, yörede kadınların giydiği elbiseden alıp kara çarşafa girdi.
Köye gidebilmek için bir traktör kiralamıştı. Köyüne giden insan rolüne girmişti. Askerler köprü başında durdurmuştu. Kara çarşaflı kadının halinden şüphelenmişlerdi.
Askerin, “Hey bayan” seslenişine, gazeteci sesini bayana benzetmeye çalışıp “Buyurun Mehmetçik bey” dediğinde onun bir erkek olduğu anlaşılmıştı. Kara çarşafa giren değerli meslektaşım Bengüç fena yakalanmıştı… Son umudu da boşa gitmişti…
Mayınlı arazileri, geçilmeyecek yolları geçmiş, haberi, fotoğrafları gazetemize ulaştırmıştık. Genelkurmay Başkanlığı ise bu müthiş, duygu yüklü haberimizin yer aldığı gazeteden 5 bin adet aldırıp, helikopterle sınır karakollarına dağıtmıştı. Enis Berberoğlu ve Ümit Turpçu’yla dönerken, Hakkâri-Van arasında bulunan Hoşap Kalesi önünde hatırı fotoğrafı çektiriyorduk…
Gazeteye geldiğimizde, Ankara Temsilcimiz Fatih Çekirge bizi bekliyor, Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök’ün başarılı çalışmamızdan dolayı teşekkürlerini iletiyordu. Türkiye’de ilk kez bir karakol baskınını ve onun müthiş öyküsünü Hürriyet okurları, çarpıcı fotoğraflarla birlikte görüyordu… O günü çok iyi anımsıyorum, Şemdinli’den haberi telefonla yazdırdığım arkadaşım Sezai Şengün telefonda ağlıyordu.
İŞTE O KARAKOLLAR
Samanlı Karakolunun nasıl yele bir edildiğini gözlerimle gördüm. Asker değilim ama daha gün “Karakolun yeri böyle yerde olur mu? Tam açık hedef” demiştim. Aradan yıllar geçti. Aktütün Karakolunun görüntüleri yürekleri burktu. Olay, karakolun dışında meydana gelmesine rağmen, hep karakol tartışılmaya başlandı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın, karakolun yerinin değiştirileceğini açıklaması, parasızlık yüzünden bunun zamanında yerine getiremediği ise herkesi üzdü… Komutan böyle söylememeliydi…
Hakkari ve Şırnak sınırındaki karakollar Jandarmanın, diğer sınırlardaki karakollar ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sorumluluğunda. Daha çok kaçakçılıkla mücadele amacıyla kurulmuş karakollar, bugünün ihtiyaçlarını karşılamıyor.
Sınırdaki karakollarımızın durumunu bazı askerler “facia” diye niteliyor, kaçakçılıkla mücadele amacıyla yapılmış karakolların, bugün yerlerinin değiştirilmesinin gerekliliğini belirtiyorlar. Karakolların daha çok “mahkum” yani çukurdan çıkarılıp, “hakim” alana çıkarılması gerektiğini vurguluyorlar.
Karakolların, gelen “misafir birlikler” nedeniyle ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak kaldığını anlatan komutanlar, karakolların eklentilerinin ihtiyaca göre daha çok askerlerin kendi olanaklarıyla yaptığını belirtiyorlar. Daha çok briket kullanılıyor.
Basılan Dağlıca karakolumuzun, Aktütün karakolumuzun fotoğraflarına bakıyoruz. Karın yağmasıyla birlikte yolları da kapandığı ve aylarca açılmadığı için karakollar kara kışa teslim oluyor. Duvarında “Vatan bizim anamız, feda olsun canımız” yazan karakolun karlar altındaki fotoğrafı hüzün veriyor…
Baharın karlar eridiğinde, zaten patika olan yollar, acemi ustaların elinden çıkma menfez ve köprüler de kullanılamaz hale geliyor. Tek aracın sığabildiği yollar, yol olmaktan da çıkıyor. Bu hemen her karakolun kaderidir.
İRAN’IN KALE KARAKOLLARI
Karakolumuzun hemen karşısında İran topraklarında kale görüyoruz. Kuşkusuz çok eskilerden kalma tarihi kale diye düşünüyorsunuz. Asker, “O kale iki yıl önce bir Türk firması tarafından yapıldı” diyor… İran sınırına niçin kale yapılsın? Bakışımdaki soru işaretini anlamıştı. “O kaleden İran sınırında çok var. Onlar, İran askerlerine ait karakollar. Askerler orada kalıyor. Bir bizim karakollara, bir de onlara bakın. O da karakol, bu da karakol” diyor.
Yol boyunca, İran’ın dini lideri Humeyni’nin dev posterleri Türkiye’ye bakıyor… Bazen bir kaleden, bazen bir tepeden…