Buket Aşçı'nın haberi
Eski Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, gerek 22 Temmuz seçimleri öncesi aday olmamasıyla, gerek parti içindeki duruşuyla hep dikkat çeken ama bir türlü yorumlanamayan bir siyasetçi oldu… Ne içindeydi AKP'nin, ne de dışında… Söz konusu bir iktidar partisi olduğu halde ve önemli bir pozisyonu olmasına rağmen mesafeli bir duruş sergiliyordu. Bu da onunla ilgili muammayı daha çekici ve gizemli kıldı… Hep "Ah, bir tam anlamıyla, kendini sakınmadan konuşsa…" dendi…
Çiğdem Toker'le gerçekleştirdikleri, uzun bir nehir söyleşi sonunda oluşan "Abdüllatif Şener, Adım da Benimle Beraber Büyüdü" kitabı işte bu muammayı aydınlatır mı, bilinmez… Ama büyük tartışmalar yaratacağı kesin. Çünkü kitapta Şener, günümüz siyasetine ilişkin çok önemli bilgiler aktarıyor.
İşte kitaptan çarpıcı alıntılar:
BAŞBAKANIN YAYDIĞI GÜVENSİZLİK
Etrafındaki insanlara gereken güveni vermiyordu. Milletvekillerinin hepsi kendilerini bir güvensizlik ortamında hissederdi. Nitekim aday tespitinde de, bana kalırsa, hiçbir somut gerekçeye dayanmaksızın milletvekillerinin yarıdan fazlası listeye girememiştir. 22 Temmuz seçimlerinde hangi milletvekilinin neden listede yer almadığının cevabını, objektif kriterlerin ne olduğunu kimse söyleyemez.
Başbakanın neye değer verdiğini anlamakta güçlük çekiyordum. Çok büyük mesai ortaya koyup, belli bir düzeni sağladığımda -ki o zaman teşkilat başkanıydım- veya aksayan bazı şeyleri ayıkladığımda bunun değer bir ifade edip etmediğini çözümleyemiyordum. Halbu ki bunların bir değer olduğunun yansıtılması lazım.
ABDULLAH GÜL'ÜN KIRGINLIĞI
Başbakan, "Parti tüzüğü gereği, partinin kuruluş safhasındaki milletvekilleri, kurucular kurulu üyesidir" dedi. Dolayısıyla "Milletvekili olan arkadaşlar, kurucular listesinde bulunmasın. Zaten otomatik olarak Kurucular Kurulu üyesi oldukları için, partinin kuruluş dilekçesine, kurucular listesi olarak milletvekili olmayanların isimlerini verelim" dedi. Biz de bunu doğal olarak söylediği bir şey olarak algılamıştık.
Hiç unutmuyorum, bir ara Abdullah Gül bana şöyle demişti: "Latif biliyor musun, ben bu partinin kurucusu bile değilim." Bu duruma daha sonra çok içerlemişti. Parti genel kongresinde, kurucular partiden ayrılmamışlarsa elli yıl sonra bile oy hakkına sahiptir. Daha sonra bir vesileyle ben bu diyalogu tersine çevirerek kendisine "Biliyor musun Abdullah, biz bu partinin kurucusu değiliz" demiştim.
BEN O ŞEKİLDE CUMHURBAŞKANI OLMAZDIM
(Adının cumhurbaşkanı adayları arasına karışmasını kasttediyor.) Başbakan bundan hiç mutlu olmadı. Bana bir şey söylemedi. Ama bir şeyi anlamak için söylenmesi gerekmez. Siyasette pek çok şey söylenmeden söylenir. Hatta ben şöyle düşünürüm asla bana razı olmazdı! Çünkü artık kendince tek ses olan bir liderdi. Her şeyi kendisinin belirlemesi gerekirdi. Cumhurbaşkanını da kendisinin belirlemesi gerekirdi. Dolayısıyla o isim ben olamazdım. Ayrıca eğer bir grup toplantısında beni elimden tutup takdim ediyor olsaydı, ben o fotoğrafı kabullenir miydim? Benim kabullenemeyeceğim bir fotoğraftı o. "Benim cumhurbaşkanım" fotoğrafı. Bence bir cumhurbaşkanlığı süreci böyle olmaz. Bir partinin bir grup toplantısında bir liderin ilanıyla cumhurbaşkanlığı olmaz. Üstelik grubun belirlediği bir cumhurbaşkanı da değil. Liderin kendi kafasında oluşturup ilan ettiği, otoritesiyle dikte ettirdiği, o adaya da dikte ettirdiği bir yapıydı o.
BAŞBAKAN BAYKAL'A GİTMEDİ ÇÜNKÜ ADIMI TELAFFUZ EDEBİLİRDİ
O ortamı düşünün. O ortamda başbakanın veya Ak Parti genel başkanının iktidar partisi genel başkanı olarak muhalefetle sürekli tartışmaları var. Muhalefetin de iktidar partisiyle sürekli tartışmaları var. Bu tartışma zemininde Sayın Başbakan, Sayın Baykal'a değil, daha çok Sayın Mumcu'ya uzak. O günleri hatırlayın. Sayın Başbakan, genel kuruldaki bazı görüşmelere geliyor, Sayın Baykal'ı dinliyor ama Sayın Mumcu'yu dinlemeden protesto edercesine çıkıyordu. Buna karşılık cumhurbaşkanlığı adaylığı gündeme geldiğinde, Sayın Mumcu'yla görüşmeler yaptı. Ama Sayın Baykal ile görüşmedi. Yasağının kalkmasına katkı sağladığı ve genel kurulda sürekli dinlediği halde Sayın Baykal ile görüşmedi. Baykal ile görüşmekten endişe duydu. Çünkü ismimin gündeme girme ihtimali vardı bence. Konuyu gündeme taşırdı. Bu kez çözemeyeceği bir süreç ortaya çıkabilirdi. Çözemeyeceği süreçten kastım, beni istemeyişiyle bağlantılıdır. Onun dışında cumhurbaşkanlığı meselesini partide milletvekili gruplarıyla, genel başkan yardımcılarıyla, bazı bakanlarla tek tek görüşmüştür. Ama özel ve az sayıdaki isimle birlikte benimle hiç görüşmemiştir. Şu ya da bu biçimde, "Cumhurbaşkanlığı konusunda ne düşünüyorsunuz?" diye hiç sorulmamıştır.
CUMHURBAŞKANI ADAYINI BİR GÜN ÖNCEDEN BİLİYORDUM
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olduğunu bir gün önce öğrendim. Öğle saatlerinde, bilgi kaynaklarına güvendiğim, ancak aktif politikada olmayan bir arkadaşım telefon ederek "Kesinleşti, Gül aday" dedi. Ben de kendimce hayırlı olsun dedim. Çünkü öyle gelişmiyordu olaylar. Bu, başbakan-Arınç görüşmesinden de önceydi hatta. Akşam saatlerinde de bazı milletvekillerinden aynı yönde bilgiler gelmişti. Ertesi sabah kalktığımda cumhurbaşkanı adayının Gül olduğunu kesinlikle biliyordum. Ama ne başbakandan ne de Gül'den aldım bu bilgiyi.
TELEVİZYONLARA SEN ÇIK, HÜSEYİN ÇELİK KAVGA EDİYOR
27 Nisan e-muhtırası… Evde televizyon izliyordum. Habertürk'te Metehan Demir'in açıklamasıyla öğrendim. Birkaç arkadaşla telefonlaştık. "Sabah olsun hayrolsun" dedik.
Ertesi gün Başbakanlık Konutu'nda bazı bakan arkadaşların, Başbakan'la birlikte olduğunu duydum. Ben gitmeden önce karşıt bir bildiri metni hazırlanmış, tamamlanmış. Aynı gün Başbakanlık Konutu'ndaki toplantı salonuna geçildi. Abdullah Gül ile başbakan kendi aralarında ayrıca görüştü. Sonunda denildi ki, bu gergin ortam iyi değil, yumuşatmak gerek. Ortalığı sakinleştirecek konuşmalara ihtiyaç var. Herkes kendince konuşmaya kalkmasın, yorum yapmasın. Sadece görevlendireceğimiz arkadaşlar yatıştırıcı bir üslupla televizyonlara çıksın denildi. Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin olsun… O arada Hüseyin Çelik'in de ismini zikretti. Ama Hüseyin Bey'in üslubu yatıştırıcı konuşma yapmaya pek müsait değildir. Bazı arkadaşlar bunu kasttetse de Başbakan, "Yok yok, o da olsun" dedi. Aynı gün veya bir sonraki gün, çok emin değilim, evde oturuyorum. Abdullah Gül aradı. Telefonu doğrudan doğruya "Neredesin?" diye açtı. "Televizyonlarda seni görmüyorum. Görmüyor musun durumu?" dedi. "Anlamadım" dedim. "Ben senin televizyonlara sık sık çıkmanı bekliyorum. Şu an Hüseyin televizyonda, izliyor musun?" diye sordu. İzlemediğimi söyledim. "Falan kanalda, ortalığı yatıştıracağına kavga ediyor. Senin çıkman lazım" dedi. "Haklısın" dedim. Planlama yaptım.
BAYKAL'I BİRLİKTE ZİYARET EDELİM
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı adayı ilan edildikten sonra partilerle görüşme ihtiyacı doğdu. Adayımız partileri kiminle ziyaret etsin diye düşünülürken... Başta Sayın Gül olmak üzere "Latif de bulunsun heyetler arası görüşmelerde" denildi. Baykal'ı, Erkan Mumcu'yu birlikte ziyaret edelim denildi.
KOPUŞUN İLK SİNYALLERİ
Tayyip Bey ile aramızın çok iyi olduğu bir dönemdi. (Parti kurulduktan sonraki altı ay içinde geçen bir diyalogdur bu.)Bir gün odasına girdim. Çok samimi olarak şunu söyledim: "Şimdi bu sürecin başındayız. Ama davranışlarınızdan, reflekslerinizden, sanki bu süreci birlikte götüremeyeceğimiz izlenimi ediniyorum" dedim.
"Nereden çıkardın?" dedi. "Böyle sezinliyorum. Gerektiği zaman kendimiz bırakırız" dedim. Yok canım, nereden çıkarıyorsun üslubuyla konuyu kapattı.
Daha sonra da Tayyip Bey ile beraber olan insanların böyle bir güvensizlik duyduğunu hissediyordum. Bunu şunun için söylüyorum daha sonra üç yüz altmış üzerinde milletvekiliyle geldik Meclis'e. Ama 2002-2007 döneminde, yine de milletvekilleri genel başkana karşı güven duygusu içinde olamamışlardı.
AYRILMA KARARI VE SÜRECİ
Başbakan ile ekonomi konularında farklı düşünüyorsunuz, siyaset tarzınız farklı, devlet anlayışınız farklı, yönetim biçiminiz farklı ve sürekli bununla bağlantılı kendinizi sıkıntıda hissediyorsunuz. Daha önemlisi yolsuzluklardan arınmamış bir iktidar anlayışının ortasında olduğunuzu da görüyorsunuz. Kirli bir siyasetin kuşatılmışlığı içinde olmak nasıldır bilir misiniz? Bu, insanı mutlu eden, yaptığı işten zevk almasını sağlayan bir süreç değil. Bu kadar çok açmazın içinde varlığımı sürdürmek beni yoruyordu. Her ne kadar özgün bir çizgi tutturmuşsam da, konuşurken Sayın Başbakan'dan daha farklı bir üslupla konuşup bazı temel konularda farklı kararlar almışsam da, bu durum sürdürülebilir değildi. Kendi çizgimi göstermiş olmakla birlikte, beni zorlayan, yoran sıkıntıya sokan bir süreçti. Bunu sürdürdüğüm takdirde kişiliğimden uzaklaşacağımı, bir şeyler kaybedeceğimi düşünüyordum. Devam edebilmek aslında imkânsızdı. Ben, ben olmaktan çıkarak yoluma devam edebilirdim. Bir dönem daha Meclis'e girseydim, ister kabinede, ister kabine dışında olayım, aleni bir çatışmanın ortasına düşeceğimi fark ettim. Bir partinin içinde böyle fazla ayrışmış, geçimsiz biri görüntüsü vermek iyi bir şey değil. Çünkü partililer sizi hâkim yapıya göre değerlendirir ve hep olumsuz puan verir.
KARARIMI SİVAS'A GİDERKEN SÖYLEDİM
Sivas mitingi çıktı. Sayın Başbakan, Abdullah Gül ve bazı bakanlarla birlikte Başbakanlık özel uçağıyla Sivas'a gidecektik. VIP'te bir odada oturuyoruz. Genel konuşmalar bitti, uçağa geçeceğiz. Herkes ayağa kalktı. Ben başbakanın yanına gittim, "Konuşmamız gereken bir konu var" dedim. Yan odaya geçtik. Basın toplantısı yapılan yerin iç kısmında bir küçük oda daha vardır. Orada konuştuk. "Henüz kimseye açıklamadım, basında da yoktu henüz. Sivas'ta da açıklamayacağım. Ama ben bu seçimlerde aday değilim" dedim. "Nereden çıktı?" dedi. Ben de kendisiyle bir kavgaya tutuşacağım izlenimi almasın diye aday olmayacağımı, yumuşak bir üslupla anlatma ihtiyacı duydum. "Yıllardır milletvekilliği yapıyorum, bakanlık da yaptım. Artık Beyazıt Bestami gibi kendi gönül dünyamda seyahat etmek istiyorum" dedim. Orada güldü. Aslında Bestami vurgusu, yalnızca gürültü çıkarmayacağımı hissettirmek içindi. Bestami üski bir saray mensubuymuş. Dünya nimetlerinden vazgeçmiş, dervişliğe soyunmuş ve ömrünün sonuna kadar bir lokma bir hırka yaşamış. Başbakan güldü ama sonra "Bu ayaküstü konuşulacak bir konu değil. Sivas'tan dönelim, tekrar görüşmemiz lazım. Kimseye bir şey söyleme" dedi.
GÜL ADAY OLMAM İÇİN ADAYLIK PARAMI BİLE YATIRMIŞTI
Bir gün Başbakanlık Resmi Konutu'nda toplantı var. Saat 24:00 gibi herkes birbirine allahaısmarladık deyip ayrılırken başbakan "Sen dur. Seninle konuşacağımız bir konu vardı" dedi. Abdullah Gül'ü de "Gel konuşacağımız bir şey var" diye çağırdı. Toplantıya katılanlar ayrıldı. (Sonra) "Bırakmak istiyorum" dedim. Ama kullandığım bir cümleyle ilgili olarak alındığını görünce hemen bıraktım, ilerletmedim. "Parti içi kültür doğruya prim vermiyor" demiştim. Bunun üzerine "Beni mi eleştiriyorsun?" dedi. Ben de doğrudan kendisini merkeze koyup tartışma ortamına girmemek için, "Sizin zaten hükümet içi yoğunluğunuz var. Ben parti içi kültürü kastediyorum" dedim. Biraz da havayı değiştirmek için hızlıca konuştum ve "Kurulduktan hemen sonra iktidara gelen bir partinin yaşayabileceği bir süreç zaten bu" dedim. Ama bir şeyden alındım. Hem Sivas'a giderken havaalanında söylediğimde, hem de Başbakanlık'ta... İki konuşmada da bana "Olmaz, partiye zarar versin" dedi. Bakış tarzı buydu. Sözgelimi: "Olur mu, sen lazımsın kardeşim" demedi.
Ama Abdullah Bey, "Biraz da bizim orada konuşalım" dedi. Bunun üzerine Dışişleri Konutu'na gittik. Biraz da orada konuştuk. Bana "Bunlar böyle kestirip atılacak konular değil" dedi. Hâlâ aday olacağımı düşünüyordu.
(Hatta) Abdullah Gül "Aday olman lazım" diye odama uğradı. "Müracaatını da senin adına ben yapacağım" dedi. (Oysa) Başvuru süresi bitmiş, başvurum yok. İki milyar lira para yatırılması gerekiyordu. Yatırmadım. Gül odama yaptığı ziyarette adıma başvuru yapıp parayı yatıracağını söyledi. "Yatırma" dedim.
ÖDEMELERİ ERTELEMEM İSTENDİĞİ İÇİN ÖZELLEŞTİRMEDEN AYRILDIM
Kamuoyu ÖİB'yi başbakanın benden aldığını söyler. Ama yanlıştır. Özelleştirmeyi başbakan benden almış değildir, ben bilinçli olarak küçük bir tartışma oluşturdum... Bir akşam vaktiydi. Bazı bakan arkadaşların da bulunduğu bir sırada, Başbakanlık'ta, takvim ve programı da içeren özelleştirme dosyasını yanıma aldım. O dosyayla yanına oturdum. Başka konularda sohbetler yapılırken konuyu özelleştirmeye getirdim. Özelleştirme bağlamında karşılıklı diyaloga girdik. Sonunda dedim ki, "Buyurun, işte özelleştirme dosyası. İstediğinize verin" diye önüne koydum. (Başbakan da) Yanında outran "Kemal Bey'e ver" dedi. Ben de "Hayırlı olsun" deyip verdim. Bu o günlerde çok tartışıldı. Bazı firmaların daha önce özelleştirmeden varlık satın almış bazı firmaların taksitlerinin ertelenmesinin gündeme geldiği ve bunların ertelenmesini Sayın Başbakan'ın benden istediği ve benim ertelemeye karşı olduğum için aramızda ihtilaf çıktığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu ifadelerin doğru tarafı, benim ertelemelere karşı oluşumdur. Taksit zamanı gelmişse ödenmelidir.
(…)
Kemal Bey özelleştirmeyi devraldıktan sonra, onun da önüne ilk gelen konulardan biri taksitlerin ertelenmesi meselesiydi. Ertelenmesine karar vermişler... Bir sabah elinde dosya odama geldi. Bir ÖYK (Özelleştirme Yüksek Kurulu) kararı getirdi önüme. O ÖYK kararında ertelemeler vardı. Toplam ÖYK sayısı, galiba altı. Biri de başbakan. En üstte başbakanın adı, protokol sırasına göre, en altta da ilgili bakan yer alır. İmzalar normalde, alttan yukarıya imzalanır. Son imzayı başbakan atar. Başbakandan önceki son imzanın da benim olması gerek. Ancak gelen metinde bir farklılık vardı. Sadece başbakanın imzası vardı. (Maliye bakanı olarak Unakıtan'ın da imzası,) yok. Kemal Bey kararı kendisi getirdiği halde imzalamamış. Kendisinin imzalamadığı bir metni benim imzalamamı istiyor. Şöyle bir baktım, "Kemal Bey" dedim. "Bu ertelemeye karşı olduğumu bilmiyorsun galiba." "Biliyorum" dedi. "O halde bana niye getirdin?" dedim. "Bunları yapmamız lazım" dedi. "Bak, henüz sen bile imzalamamışsın. Doğrudan benim önüme koymanın anlamı şudur: Ya senin burnunu sürteriz veya bu koltuktan alırız. Ben bu koltuktan kalkarım ama burnumu sürttürmem! Al götür!" dedim…
GALATAPORT UYKULARIMI KAÇIRDI
Galataport'un ÖYK'da olmamama rağmen benim önüme gelişinin nedeni, YPK onayına sunulmasıdır. YPK kararıyla kırk dokuz yıllığına yap-işlet-devret yöntemiyle devir söz konusuydu. Konu yoğun tartışıldı. Ofer ismi üzerinde tartışıldı. Ama benim konuya bakış tarzım Galataport ihalesini alan kişinin veya firmanın veya ortaklığın etnik veya bir başka niteliğiyle ilgili değildi. Bununla hiç ilgilenmedim. Kim alırsa alsın, önemli olan burada ihalenin doğru yapılıp yapılmadığıydı. Benim temel hassasiyetim ne yapıldı, bu yapılan iş hangi ölçüde ülke çıkarlarına uygundur hangi ölçüde hukuka ve kurallara uygun olarak yapıldı. YPK sekreteryasını DPT yapıyordu. YPK dokuz üyeden oluşuyordu. Kurulun başkanı başbakan. Başbakandan ayrı olarak yedi bakan kurul üyesi. Bir de DPT müsteşarı. DPT bunu imzaya açmadan önce bazı kuruluşlardan görüş istedi, yazışmalar yaptı. Daha sonra kendi iç birimlerinden, uzmanlık alanına göre görüş isteyerek değerlendirme yapıyor. İlgili bakanla konuyu görüşüyor ve ondan sonra imzaya açıp açmamaya karar veriyor. Aslına bakarsanız, siyasi irade var olduğu sürece bu tip konular sakıncalarıyla, doğrularıyla, bürokrasi tarafından ilgili bakana sunulur. "Açılacak" dediği zaman genellikle problem olmaz ve imzaya açılır. Dolayısıyla bu konunun doğrudan benimle özdeşleştirilmesinin sebebi buydu. "Şener bunu imzaya açacak mı, açmayacak mı?"
Tüm raporlar, incelemeler, çalışmalar gözden geçirilirken, benim net gördüğüm hadise şuydu: Kırk dokuz yıllığına verilmiş bir imtiyaz. İlk yılların taksit miktarları çok düşüktü. Ödeme planına baktığımızda, ödemelerin son yıllara dağıtıldığı görünüyordu. Bu da kamu alacağının riske atılması anlamına geliyordu. Asıl ağırlıklı ödemeyi son on yılda tahsil ediyorsanız, alıcının o arada yıllar boyu elde ettiği gelirlerle orayı finanse edişini de düşüneceksiniz. Beklediği kârı elde ettiğini düşünün. Son yılları bekleyip ağır taksitleri ödemesi, kendisi açısından da, kâr maksimizasyonu açısından da riskli bir durumdu. (…) Taksitlerin hep son yıllara yığılmış olması, birincisi kamu alacağını riske ediyor. İkincisi, bir kapitalizasyon, ıskonto hesabı var. Son yıllarda yapılacak ödemeleri ıskonto ederek günümüze getirdiğimizde yani tüm taksitleri peşin değerine indirgediğinizde çok düşük bir paraya dönüşüyor. Böyle bir işin kamu geliri açısından, böyle bir miktara bağlanması çok sağlıklı görünmüyordu. (…) Böyle bir durumda DPT'deki bürokratlar, "Ne yapacağız" diye sordular. Ben de imzaya açmadan iade edin dedim. (Ancak) yargıyı da bekleme ihtiyacı hissettim. Çünkü bunun imzaya açılması isteniyordu. İlgili bakan arkadaşımız da, başbakan da, "Niye uzatıyorsun?" diye sormuşlardır bana.
(Bu süre içinde) Uykularımın kaçması bir tarafa, boynum tutulmuştu. Stresten sırtım topak topak olmuştu. Boyna baskı yapmış stres ve boynum tutulmuştu. Yani zor bir süreçti. Doğrusu, doğru bildiğimi yapmak, ama kimseyle de kavga etmek istemiyordum. O dönem bir gazetede dokuz sütuna manşet haber çıkmıştı. Alt başlığında "Şener bugünlerde sürekli İsra suresinin 80. ayetini okuyor diye not düşmüştü. Muharrem Sarıkaya yazmıştı. "Rabbim, girdiğim yere doğrulukla girmemi, çıktığım yerden doğrulukla çıkmamı nasip et. Bana, tarafından destekleyici bir kuvvet ver." Muharrem bunu aynen yazmıştı. Sonunda Danıştay 6. Dairesi, imar planı nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin açtığı davada iptal edince, bu karar hem ilkelerim doğrultusunda bir karar almamı, hem de kabinede oluşabilecek muhtemel bir sorunu ortadan kaldırdı.
(VATAN)