NTVMSNBC ünlü edebiyatçılara “Siz olsaydınız ne yapardınız” diye sordu. Fikret Otyam: Bu, uydurma bir öğlen yemeği. Katılanlara da ben katılmıyorum. O adamla yemek yenmez. Katılanların katılmamalarını dilerdim; Adalet Ağaoğlu hariç. Enis Batur: Böyle bir yemeğe çağrılmış olmak istemem. Yani buna layık görülmüş olmak istemem. Ama bu benim kişisel tavrım; yemeğe çağrılanların gitmiş olmasını yadırgıyor falan değilim. Pınar Kür: Edebiyatçı iktidarla yakın ilişkiler içinde olmamalıdır. Eğer ben onun yemeğine gidersem, partisine gidersem, o zaman onu rahat rahat eleştirmek ve yaptıklarına karşı çıkmak hakkını kaybederim, diye düşünüyorum. Çetin Altan: Ben gidemezdim zaten, 81 yaşındayım evladım. Sanat dünyasının insanlarıyla tanıştığı ölçüde itibar kazanır bir siyasetçi de. Solmaz Kamuran: Kendimizi de onurlandırılmış hissediyoruz. Sanat ve bilimi reddetmeden, onlarla bütünleşen bir yönetim kadrosunun Türkiye’de oluşmaya başlaması benim açımdan sevindirici bir şey.
Fikret Otyam:
ATATÜRK’ÜN SOFRASINDA HERKESİN İÇECEĞİ VARDI
Atatürk’ün sofrası diyorlar, bu beni çok üzüyor, çok üzüyor. Çünkü Atatürk’ün sofrasında herkesin içeceği vardı en azından. Muhabbet en güzel şekilde yapılırdı. Herkes fikrini apaçık söylerdi, saatlerce devam ederdi. Bu, uydurma bir öğlen yemeği. Katılanlara da ben katılmıyorum. O adamla yemek yenmez. Katılanların katılmamalarını dilerdim; Adalet Ağaoğlu hariç. Adalet onları yazılarında çok güzel destekledi, akıl almaz, tuhaf bir şey. Doğru bulmuyorum, gitmemeleri lazımdı. Çünkü protesto etmek onlara bir ders olurdu. Ama ne yapalım. Cumhurbaşkanı’yla bir öğlen yemeği yiyelim demişler. Yüzde 47,5. Afiyet şeker olsun onlara.
Enis Batur:
BÖYLE BİR BULUŞMAYA KATMERLİ GİTMEZDİM
Afiyet olsun. Cevabım biraz politik gibi görünecek ama. Birincisi, cumhurbaşkanlarının böyle edebiyat, kültür adamlarıyla yemek yeme eğilimleri, sanıyorum çağımızda evrensel boyutlar almaya başladı. Bunun öncüleri vardı; örneğin François Mitterand, Yaşar Kemal’le kahvaltı etmişti. Sık sık yazarlarla, ressamlarla buluşurdu. Daha öncesinde Pompidou da aynısını yapardı. Epey yaygındı. Clinton da çok meraklıydı. Márquez ve Fuentes ile yedikleri bir yemeğin sonrasında ya Márquez’in ya Fuentes’in yazısını okumuştum ve çok şaşırmıştım. Clinton’dan çok keyif aldıklarını, birlikte çok iyi saatler geçirdiklerini anlatıyorlardı. Türkiye’de devlet başkanları genellikle davetlerle bu işi atlatırlardı. Şimdi demek ki yeni trende uygun davranışlar göreceğiz. Güzel. Kendi payıma bir itirazım yok. Böyle bir yemeğe çağrılmış olmak istemem. Yani buna layık görülmüş olmak istemem. Ama bu benim kişisel tavrım; yemeğe çağırılanların gitmiş olmasını yadırgıyor falan değilim. Herkes kendi değer sistemi, yaklaşımlarıyla karar verir. Bunda ayıplanacak ya da eleştirilecek herhangi bir şey görmüyorum. Sonuç olarak her durumda otoriteyle yemek masasında buluşmak istemem. Cumhurbaşkanı’nın niteliğinden bağımsız olarak bunu söylüyorum. Ama tabii burada her durumda Cumhurbaşkanı’nın dünya görüşüne yakınlık da duymuyorum. Dolayısıyla böyle bir buluşmaya katmerli gitmezdim.
Pınar Kür:
EDEBİYATÇI İKTİDARLA YAKIN İLİŞKİDE OLMAMALI
Daha önce Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla beni de Köşk’e davet etmişlerdi. O zaman da gitmedim. Benim tezim şu ki; edebiyatçı iktidarla yakın ilişkiler içinde olmamalıdır. Eğer ben onun yemeğine gidersem, partisine gidersem, o zaman onu rahat rahat eleştirmek ve yaptıklarına karşı çıkmak hakkını kaybederim, diye düşünüyorum. Dolayısıyla sanatçının kişinin iktidarla mesefeli bir duruşu olması gerektiğine inanıyorum. Hele şimdiki Çankaya Köşkü’nü hiç siyaset üstü görmüyorum. Çünkü kendisi AKP’nin adamı. Daha önce de mesela Demirel’le Özal da yine belli bir partinin adamlarıydı; onları da siyaset üstü görmüyorum. Ama siyaset üstü olan bazı cumhurbaşkanları oldu. Aklıma Fahri Korutürk geliyor mesela. Ama, hele şimdi, Çankaya’nın çok politize olduğunu düşünüyorum.
Çetin Altan:
CUMHURBAŞKANI GELMEZ Mİ YAZARIN EVİNE?
Ben gidemezdim zaten, 81 yaşındayım evladım. Siyasetçi daha üstündür demek, o Türkiye’nin koşullanması. Cumhurbaşkanı gelmez mi yazarın evine?.. Dünyanın her yerinde gelir. Düşünebiliyor musunuz, Orhan Pamuk’u kalkıp mesela Bush’un karısı okuyor. Yeryüzündeki okuyucular, hepsi, onun okuyucusudur. İnsan Afrika’da doğar, Hollanda’da doğar... Ama onu kim okuyorsa, aynı düzeyde yakındır ona. İnsanlığın ortak bahçesi dediğim bu benim. Çaykovski Rus bestecisidir diye dünya onu çalmıyor mu? Bu evrensel boyutların pencerelerini açar sanat dünyalarının insanları. Bayrakların direklerinden daha fazla tanıtırlar bayraklarını yeryüzünde.
İKİSİNİN RÜTBESİ BİRBİRİNDEN YÜKSEK DEĞİLDİR
Bak ben sana küçük bir şiir okuyayım: “Sen de cevher var imiş/ Bunu alem ne bilsin?/ Süslü bir dairede/ Müdür bile değilsin”... İktisat Fakültesi’ni kuran bir iktisatçı vardı, o demişti ki; “Sizde değerliler önemli değil, önemliler de değerli değil.” Türkiye’de karışıyor bu kavramların hepsi. Bir cumhurbaşkanının kalkıp da -daha evvvel de oldu bu toplantılar- şimdi Özal’la ahbaplık eden aynı iki insan; biri cumhurbaşkanı, diğeri yazar. İkisinin rütbesi birbirinden yüksek değildir. Ben işin evrensel boyutunu söylüyorum. Yeryüzü o evreye gelmiş. Sanat dünyasının insanlarıyla tanıştığı ölçüde itibar kazanır bir siyasetçi de. Onun dönemine rastlamış ve çok daha uzun yıllar ansiklopedilere girmiş insanlar onlar da. Türkiye’nin gözlükleri ortaçağdan bakıyor Türkiye’ye. 21. yüzyıldan ve uzaydan bakmak gerekir artık bu işlere. Mesele şudur; bu kolektif bir ölçüdür, bireysel bir mesele değildir. Türkiye’den değerli adamlar, değerli insanlar geçti. Makam sahibi olmak başka şeydir, vazgeçilmez olmak başka şeydir, varlıklı olmaz başka şeydir. Türkiye’nin gündeminde olmayan kavramlar bunlar. Molière’de vardı, 14. Louis’de vardı. Kalem sahibi olmak makam sahibi olmakla eşdeğer görülür bir yerde.
CUMHURBAŞKANLARI KİTAP OKUMAZ MI YANİ
Yazı yazan insanlar onlar yahu! Yazı yazan bir adam, başka yazı yazan bir adamı değerlendirebilir mi? Bir yazı adamının başka bir yazı adamını değerlendirmesi çok terbiyesizce bir şey olur bir kere. Bu simgeseldir, kolektiftir. Büyükelçi de Türkiye’yi temsil ediyor. Tüm Türkiye’yi mi davet edecekler? Onun gibi bir şey bu. Simgesel bir şey. Edebiyat dünyasının simgesel ve gayet geçerli insanlarıyla, belki de kendisi de zevk aldığı için edebiyattan -Cumhurbaşkanları öykü dinlemez, kitap okumaz diye bir şey mi var yani-. Gülüyorsunuz ama; politika gelir geçer, sanatçı kalır.
Solmaz Kamuran:
KENDİMİZİ DE ONURLANDIRILMIŞ HİSSEDİYORUZ
Devlet adamlarının, politikacıların sanat dünyasının isimleriyle yakınlaşma çabalarında kendi payıma hiç bir sakınca görmüyorum. Tam tersine çok güzel. Bir meclis veya devlet yönetimi sanatçılara ne kadar yakınsa, o kadar evrenselleşme şansı olur. Sanatından kopuk bir yönetim olmaz. Bugün Fransa’da herhalde kendi yazarlarını, şairlerini bilmeyen devlet adamı sözkonusu bile değildir, övünürler onunla. Burada Nobel kazanmış bir yazarımızı yerden yere vuruyorlar, hatta işi canına kastetmeye kadar götürenler çıkıyor. İsimlerin de böyle bir grup gibi, klan gibi seçildiğini sanmıyorum. Giden isimler, hepimizin çok sevdiği, saydığı değerli dostlarımız. Hepimizi de Spor Sergi Sarayı’ndaki kutlama gibi Çankaya’ya toplamaları mümkün değil. Sembolik bir anlamı var. Biz onlarla kendimizi de onurlandırılmış hissediyoruz.
SANATLA BÜTÜNLEŞEN YÖNETİM SEVİNDİRİCİ BİR ŞEY
Onlar da bu şekilde edebiyat dünyasına, sanatın diğer dallarına daha yakınlaşırlar. Sanat ve bilimi reddetmeden, onlarla bütünleşen bir yönetim kadrosunun Türkiye’de oluşmaya başlaması benim açımdan sevindirici bir şey. Adalet Ağaoğlu’nu çok severim. Onun hayatının hiçbir döneminde, hiçbir zaman, hiç kimsenin katibi olduğunu düşünmedim. Diğer arkadaşlar da öyle. Bu konunun üzerinden politika yapılmasını da yanlış buluyorum. Güzel bir şey bu.
DİPNOT:
François Mitterand: 1981’de Fransa eski Cumhurbaşkanı
Georges Pompidou: 1969’da Fransa Cumhurbaşkanı
Bill Clinton: 1992’de ABD Başkanı
Gabriel Garcia Márquez: Colombialı yazar
Carlos Fuentes: Meksikalı yazar. Bir dönem ülkesinin Fransa büyükelçiliğini de yaptı.
NTV